ÜÇ BİN AKÇE DEĞERİNDE ÖĞÜT

Sabırsız bir toplum olduğumuz kesin. Hatta bir adım daha ileriye gidip, öfkeli, çok bilmiş ve her alanda strateji uzmanı olduğumuzu da iddia edebilirim.
Sabırsız takınmanın zararlarını hep görmüşümdür.
Çok çabuk parlayan ve çok çabuk sakin denizlere dönüşebilen bir karaktere sahip olduğumu, beni yakından tanıyanlar bilir.
İçim de kötülüğe yer yoktur.
Haksızlığa gelemiyorum o kadar..
Her konuyla ilgili düşüncemi de çekinmeden, direkt bir şekilde yazarım.
Ölçüyü kaçırdığım zamanlar da olmuyor değil.
Ama bunu yaparken çok da ince düşünüyorum.
Çünkü İskenderun’un konumunun ne olduğunun farkındayım..
Patronum Fuat Tosyalı’nın, takındığım bu tarz bir davranış biçimi karşısında hep öğütleri olmuştur.
* Herkesi dinle..
* İnsanlara söz hakkı tanı..
* Sabırlı ol..
* Öfkeden arın..
* Söz ve yorumlarında adil davran..
* Mesafedeki eşitliği koru gibi..
Haksız da değil.. Netice itibariyle, gazetecilik gibi zor bir mesleğin kural ve programları da olmalı..
‘Kükremiş sel gibiyim” naralarının bir ayarı olmadan gazetecilik yapmak zordur.
Bu her türlü meslek grubu için geçerlidir.
Siyaset de dahil..
İskenderun’da siyasi konjonktür de böyle işliyor ne yazık ki..
Öfke..
Sabırsızlık..
Ani çıkışlar hep varolmuştur, bu sistemde..
Ölçü kaçıyor bazen..
Biraz da siyasetin kimyasında var.
Sakin, duru ve sessiz kimliğe sahip bir siyaset adamının pek iş gördüğü söylenemez.
Beni huzursuz eden şey, meslek gruplarının anlatmak ve anlamak istedikleriyle ilgili değil.
Görmek ile bakmak arasındaki farkı bulamamakta yatıyor.
Ve bu noktada bazı öğütler hep, kurtarıcı olmuştur.
İşte bunlardan biri:
“Uzak zamanlarda, uzak diyarların birinde Cengiz adında fakir bir delikanlı varmış. Annesi, babası, eşi ve oğluyla mutlu bir hayat sürüyormuş. Mutlu olmasına mutluymuş; ama ailesine daha rahat bir hayat yaşatamadığı için de üzülüyormuş.
Bir gün çalışmak için başka bir ülkeye gitmiş. İstediği gibi bir iş bulamamış. Sokakta dalgın dalgın yürürken bir ihtiyarla karşılaşmış. İhtiyar, Cengiz’e seslenmiş:
– Oğlum, sen iyi birine benziyorsun. Söyle bakalım, öfkeyle bir işe başlamadan önce ne yapmak gerekir?
Cengiz türlü cevaplar vermiş. Ama ihtiyar hiçbirini beğenmemiş.
– Burası benim köyüm. Burada bir yıl benimle kal. Bağ bahçe işlerine yardımcı ol, karşılığında sana bin akçe veririm. Sonra da duruma bakarız, belki de sana sorunun cevabını veririm, demiş.

Cengiz düşünmüş taşınmış. Eli boş dönmemek için kalmaya karar vermiş. Yılsonunda ihtiyar kendisinden memnun olduğunu söyleyerek bir yıl daha çalışmasını istemiş. İkinci yıl iki bin akçe vereceğini söylemiş. Cengiz, bunu da kabul etmiş. Böylelikle bir yıl daha geçmiş. Ayrılma zamanı gelince ihtiyar:
– Oğlum, sana üç bin akçe vermem gerekiyor. İstersen para yerine iki öğüt vereyim. Bunlardan biri geçen seneki sorunun cevabı diğeri, de farklı bir öğüttür.
Cengiz çok merak etmiş. Bunlar nasıl bir öğüt ki değeri üç bin akçe ediyormuş.
– Peki, söyle öğütleri, demiş.
İhtiyar:
– Oğlum, öfkeyle bir işe başlamadan önce biraz sabret.
Cengiz şaşkınlıkla sormuş:
– Yani topu topu bu kadar mı?
İhtiyar:
– “Eğer bu öğüt sana bin akçeden fazla fayda sağlamazsa paranı geri vereyim. İkinci öğüdün değeri iki bin akçedir. Bu öğüt de iki bin akçeden fazla fayda sağlamazsa gel paranı geri al.
Cengiz razı olmuş. İhtiyar:
– Oğlum, tanımadığın biriyle yol arkadaşı olsan bile asla kervan yolundan sapma.
İhtiyar, Cengiz’e iki ekmek vermiş. Birini mendile sarıp cebine koymuş. Ve sıkı sıkı tembihlemiş. Acıkınca açık ekmekten kes ye, diğerini evine varınca eşinle ye.
Cengiz memleketine doğru yola koyulmuş. Yolda iki adamla karşılaşmış. Bunlardan biri hacca giden nur yüzlü bir ihtiyarmış. Diğeri genç bir gezgin. Cengiz bir hayli bunlarla yürümüş. Biraz gittikten sonra yol çatallaşmış. Yollardan biri kervan yoluymuş, diğeri dağ yolu. Genç gezgin orman yolunun daha kestirme olduğunu söylemiş. Hacca giden ihtiyar, ben zaten zor yürüyorum diyerek gencin peşinden gitmiş. Cengiz iki bin altın değerindeki öğüdü hatırlamış. Kervan yolundan gitmeye karar vermiş. Bir hayli gittikten sonra bir ağacın başında gecelemiş. Ertesi gün erkenden yola koyulmuş. Biraz ilerledikten sonra yolun kenarında hacı adayının ağladığını görmüş. Başı açık, ayağı yalınmış. Meğer genç gezgin ormanda onu dövüp, üzerinde kıymetli ne varsa alıp kaçmış.
Cengiz olanları dinleyince içinden, ihtiyara öğüt için teşekkür etmiş. Bu zavallıya da bir şeyler verip oradan ayrılmış.
Yol yürümekle borç ödemekle, biter demişler. Boşuna değilmiş. Nihayet Cengiz evine varmış. Evinin penceresinden bakınca karısının dizlerinde bir gencin uyuduğunu görmüş. Cengiz öfkeyle hançerini sıyırıp karısını öldürmek istemiş. O sırada ihtiyarın sözlerini hatırlamış. Biraz sabrederek içeri girmiş. Karısıyla hasret giderdikten sonra gencin kim olduğunu sormuş.
Karısı: Ciğerparemdir, senin oğlundur, demiş. Cengiz’in içinde hâlâ şüphe varmış. Babası ve anasıyla da hasret giderdikten sonra bir de onlara sormuş. Onlar da “Öz yavrunu tanıyamadın mı?” demiş.
Cengiz dikkatle baktıktan sonra kendi oğlu olduğunu anlamış. Kendi kendine “Eğer bin akçe değerindeki öğüt olmasaydı kendi oğlumu öldürecektim.” demiş.
Karısı ve oğluyla yemeğe oturunca ihtiyarın verdiği mendili açmış. Ekmeği bölünce yerlere altınlar saçılmış. Tam üç bin akçeymiş. Cengiz anlamış ki ihtiyar onun emek hakkını da ödemiş. Ekmeğin içinden küçük bir kâğıt da çıkmış. Kâğıtta “Cengiz oğlum, öğütlerimi unutma.” diye yazılıymış. Cengiz, ihtiyar için dualar ederek şükran borcunu ödemeye çalışmış..”
Diyeceksiniz ki, bu öğütten anlatmak istediğin nedir?
Öfke ve ona sahip olan sabrın, hepimize yüklediği sorumluluklar..
En önemlisi de, öfkeyle hareket ederek İskenderun’a verebileceğimiz zararı düşünüp, çok şey borçlu olduğumuz kent halkına gözümüzün bebeği gibi bakmamız gerektiğine olan inancımız.
Kıssadan hisse..
Öfke bu güzel kente sadece zarar verir..
Bunu bilelim yeter!

Yılmaz Akpınar
1974 doğumlu. Güney Medya'da müdür. İskenderun'un önde gelen gazetecilerinden.