Hatay Basın İlan Kurumu İl Müdürü Murat Uçar, 2004 yılında muhabir olarak gittiği Irak’ta yaşanan dehşeti objektiflere taşırken, ölüm tehlikesiyle yüz yüze kalmış.. Uçar o dönem Irak Savaşı’yla ilgili izlenimlerini yazarken, “Bağdat’ta yaşamak Rus ruleti oynamak gibi” sözleriyle yaşanan dehşeti dün gibi hatırlıyor.
Uçar’ın 2004’te kaleme aldığı yazıda, “Nerede patlayacağı belli olmayan bir bomba ile hayatınızı kaybetmeniz işten bile değil. “Çok şükür bugün de ölmedik” en sık duyulan cümle” diyordu. O dönem Cihan Haber Ajansı muhabiri olarak görev yapan Murat Uçar, 7 aydır görev yaptığı Bağdat’da savaşın gerçeklerini şöyle yazdı;
“Dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinden basın kuruluşlarının faaliyet gösterdiği Irak’ta gazetecilerin çalışma şartları ve güvenlik koşulları gün geçtikçe kötüye gidiyor. Ne savaşın planlayıcıları ne de Irak çöllerine gelen askerler ne savaşı izleyen gazeteciler olayların bu noktaya geleceğini hesaplamıştı. Önceleri büyük coşkuyla karşılanan askerler ve gazeteciler şimdi düşman ya da “ajan”. Yüzlerce gazetecinin bulunduğu Irak topraklarında yaşanan kargaşa en çok basın mensuplarını zor durumda bırakıyor.
7 aydır bulunduğum Irak’ta halkın gazetecilere bakışının giderek nasıl menfi yöne kaydığını yaşadığım bir çok olayda bire bir gördüm. Önceleri ülke ayırmadan bizleri “Amerikan işgalinin çirkin yönlerini dünyaya gösterecek kişiler” olarak gören halkın gözünde, şimdi “işbirlikçi ve potansiyel casus” haline geldik. Bu tavır değişikliğinin sebeplerinden biri işgal şartlarının giderek sertleşmesi. Ancak bundan daha önemli iki sebep daha var: Birincisi, işgal ülkelerinin istihbarat elemanlarının gazeteci kimliğiyle faaliyet göstermesi ki şimdiye kadar kaçırılan bir çok gazeteci casus oldukları iddiasıyla infaz edildi. İkinci ise halkın akşam televizyon izlerken, özellikle işgal ülkesi gazetecilerinin mikrofonlarına söylediklerinden farklı şeyler duyması.
Aslında sanılanın aksine bombardıman zamanı daha güvenliydi. Çünkü bombaların ne zaman hangi yönden geleceği belliydi ve gazeteciler açık bir hedef değildi. Gazeteciler için ayrılmış kurtarılmış bölge sayılan Filistin Oteli ve civarı vardı. Fakat savaşın fiilen bitmesi, sokak savaşlarının başlamasıyla bütün kurallar da alt üst oldu. Yüzlerce gazeteci ülkesine dönerken, burada kalacak olanlar ise resmi ofislerde ya da tuttukları evlerde çalışmalarına devam edeceklerdi.
Biz gazeteciler için tehlike bu noktadan sonra başladı. Siz basın kartı taşısanız da adeta örgüt enflasyonu yaşanan bölgede hiçbir şeye karşı garantide hissedemiyordunuz kendinizi. Bir grubu tanısanız da diğer bir gruba göre ajan olabiliyordunuz ve kafanıza sıkılacak bir kurşunla yol kenarına atılmanız işten bile değildi.
Yılın ilk aylarında, işgalcileri en fazla uğraştıran yer Felluce, Ramadi ve Tikrit gibi önemli kentlerin bulunduğu bölgeydi. Son aylarda ise birçok Iraklının hayatını kaybettiği yer ise Necef, Kerbela ve Kufe’nin bulunduğu Şii bölgesi. Bu bölgeye gittiğimizde halk, ülke ayrımı yapmadan gazetecilere kolaylık gösteriyor, bizi derdini anlatabileceği biri olarak görüyordu.
Aradan geçen zaman içerisinde ise işler tersine döndü. Nisan başında Amerikan birliklerinin şimdi Şii bölgesine yaptığı gibi abluka altına alınan Felluce’ye girmeyi başarmıştık. Şehri kuşatan Amerikan askerlerinin güvenlikle ilgili tüm uyarılarına rağmen girdiğimiz şehirde bizi ellerinde silahlarla maskeli direnişçiler karşılamıştı. Kim olduğumuzu soran direnişçilere “Türk gazeteci” olduğumuzu söyleyince tepkiler oldukça yumuşadı, hatta bombardımanda zarar gören yerlerde çekim yapmamız konusunda yardımcı bile olundu.
Ancak yaklaşık 3 ay sonra yine haber maksadıyla bu bölgede bulunduğumuz bir gün direnişçilerin eline düştük. Çoğunun simasını bile tanıyordum. Ancak bu sefer ne Türk olmamız ne de gazeteci olmamız yumuşattı tepkilerini. Hiçbir yabancıyı istemediklerini söyleyerek, “Gazeteci kisvesi altında casuslar geliyor. Burası hakkında askerlere bilgi veriyorlar.” dediler. Halkın, özellikle de direnişçilerin yabancı basın mensuplarına karşı bakışının bu denli değişmesi, kuruluşları yerel personel sayısını artırmaya yöneltti. Ancak son aylarda direnişçilerin Iraklı gazetecileri de kaçırıp infaz etmeye başlaması bunun da çok fazla işe yaramadığını ortaya koydu. Nitekim direnişçilerin en son kurbanı, CNN için çalışan iki Iraklı gazeteciydi. Bu iki meslektaşımız, benim de geçen hafta salı günü kaçırılıp casus olduğum şüphesiyle 16 saat sorgulandığım Latifiye bölgesinde kafalarından kurşunlanmış halde bulundular.
Geçen salı günü Necef’e giderken yaşadıklarım ise bu ülkede gazeteci olmanın ne gibi riskler içerdiğini bütün çıplaklığıyla görmeme sebep oldu. Salı sabahı Mehdi Ordusu ile Amerikan Ordusu arasındaki çatışmaların şiddetlendiği Necef’e gitmek için kameraman arkadaşım Oktay Kemaloğlu ve Iraklı Şii rehberimiz Seyyid Abbas ile birlikte Bağdat’tan ayrıldık.
Bütün kargaşaya rağmen ülkenin en güvenli yeri sayılabilecek başkent Bağdat’ın yaklaşık 45 kilometre güneyindeki Latifiye bölgesinden geçerken bile yol kenarında yanan araçlar gördük. Gazetecilik refleksiyle durup Kızılhaç’a ait yanan araçları kameramıza kaydettik. Bu sırada yoldan geçen sivil araçlardaki insanlar zaman zaman yanımıza yaklaşarak, “Hepiniz casussunuz, Amerikalılara yardım ediyorsunuz” benzeri laflar söyledi. Çekimi tamamlayıp yeniden Necef’e doğru yola çıktık. Henüz 5 dakika ilerlemiştik ki arkadan hızla gelen bir araba direksiyonu önümüze kırarak yolumuzu kapattı. İçinden kaleşnikoflu dört adam inerek bize doğru gelmeye başladı. Ellerimizi kaldırmamızı isteyerek, kim olduğumuzu, burada ne yaptığımızı ve nereye gittiğimizi sordu.
ZOR SAATLER BAŞLIYOR
Soruların ardından geçmek bilmeyen saatler başladı. Oktay’ı ağır laflar söyleyerek arka koltuğa geçiren silahlı adamlardan biri direksiyona diğeri de arka koltuğa yanımıza oturdu. Araç hareket eder etmez ilk söyledikleri “Ani bir hareketinizde vurulursunuz” oldu. Kucağında silahıyla bizim arabayı kullanan şahsın aracı geriye döndürmesiyle, bir gün bir gece süren ve büyük bir bölümünü bir mezarlıkta çukurun içinde geçirdiğimiz zor saatler başladı. Bizi kaçıran şahıslar casus olduğumuzu düşünüyordu…
Latifiye’nin içinde yol kenarında beklerken arabamızdaki silahlı adamların yoldan geçen bazı insanlarla selamlaştığını görünce bunların Latifiyeli direnişçiler olduğunu anladık. Buradaki beklememiz sırasında birkaç defa tekrarlanan “Ani bir hareketinizde vurulursunuz” uyarısının ardından yeniden hareket ettik. Latifiye’nin ara sokaklarına girdik. Aracı tenha bir yerde durdurarak bizi arkamızdan gelen minibüse bindirdiler. Kameramız, fotoğraf makinamız, uydu telefonumuz dahil hiç bir şeyimizi almamıza izin vermediler. Dikkat çekmemesi için arka camları boyalı olan minibüsün en arka koltuğuna oturmamızı istediler.
‘CASUS BU MU?’
Buradan fabrika benzeri büyük bir binanın önüne gelerek durduk. Yaklaşık 10 dakika süren bir beklemenin ardından beyaz entarili, diğer silahlı kişilerin saygı gösterdiği yaşlı bir adam gelerek minibüsün en ön koltuğuna oturdu. Yüzünde garip bir gülümseme olan adam yanındakine beni işaret ederek “casus bu mu?” diye sordu. Bunun üzerine Türk ve gazeteci olduğumuzu, sandıkları gibi casus olmadığımızı söyledik. Minibüs haraket etti. Latifiye ana yolundan tali yola girer girmez yeniden durduk. Yaşlı adam önce üzerimizdeki eşyaları vermemizi, ardından tshirtlerimizi çıkarmamızı istedi. Pasaport ve basın kartım dahil, herşeyi aldılar. Yalnızca cebimizdeki paraları bıraktılar. Ardından çıkardığımız tshirtlerle kendi gözlerimizi bağlamamızı istediler. Söylediklerini yapmaktan başka çaremiz olmadığı için istedikleri gibi üçümüz de gözlerimizi bağladık.
Bir süre sonra gözlerimizi açtıklarında arabayla önümüzü kesen silahlı adamlarla birlikte yaşlı adamın odada olduğunu gördük. Karşımıza oturarak bizi sorgulamaya başladılar. Kim olduğumuz, burada ne yaptığımız defalarca soruldu. Yeniden casus olmadığımızı söylememiz üzerine yaşlı adam, “Amerikalı ve İsrailli casuslar buraya bizim gibi giyinerek geliyor. Mücahitler hakkında bilgi toplayan böyle çok casuslar yakaladık ve hepsini öldürdük.” dedi.
‘MEZARIN İÇİNDE GEÇMEYENLER SAATLER’
Burada geçirdiğimiz yaklaşık bir saatin ardından evin önünde bir başka aracın durduğunu duyduk. Yaşlı adam hiçbir açıklama yapmadan başka bir yere götürüleceğimizi söyledi. Bu sefer gözlerimizle birlikte ellerimizi de arkadan bağlayarak beni ve Oktay’ı bir arabaya, rehberimizi başka araca bindirdiler. Yaklaşık yarım saat yol aldıktan sonra bir çukura sokulduk. Biraz sonra araçlar buradan ayrıldı. Bizi bekleyen nöbetçilerin ayrılmasıyla gözlerimizi açtılar; fakat ellerimiz arkadan bağlıydı. Gözlerimiz açılınca bir mezarın içinde olduğumuzu gördük. Açık söylemek gerekirse, buranın son durağımız olduğunu düşündüm.
Birkaç saat sonra bir araba geldi. Bizim gözlerimiz açık olduğu için kendi yüzünü bezle kapatan biri yanımıza gelerek daha önce yönelttikleri soruları yeniden sordu. Oldukça soğukkanlı fakat ne yapacağı belli olmayan türden biri olan adam, nöbetçilere gözlerimizi bağlamalarını emretti. Nöbetçiler, Oktay’ın gözlerini bağlarken Seyyid Abbas’ın “daha ne kadar bekleyeceğiz” demesi üzerine entarisinin cebinden silahını çıkaran adam tabancayı Abbas’ın alnına dayayarak tetiği çekti.
Tetiğin düşmesinin ardından silahın boş olduğunu anladım. Gördüğüm manzara gerçekten çok korkunçtu. Bu arada aynı şahıs Oktay’ın kimlikteki adının farklı olduğunu bahane ederek kendilerine neden yalan söylediğimizi sordu. Bu sefer nöbetçiden aldığı kaleşnikofu Oktay’ın kalbine dayadı.
‘SON NAMAZIMIZI KILDIK’
Bu şahıs ayrıldıktan sonra geri dönme ümidimiz hiç kalmadığına kanaat getirerek nöbetçilerden namaz kılmak için izin istedik. Ellerimi çözdüler. Getirdikleri bir şişe suyla abdest aldım. Toprak üzerinde son namazımı kılarak dua ettim. Bütün gece ellerimiz ve gözlerimiz bağlı şekilde bu çukurda tutulduk. Sabah bir araba geldi. Bunun ölüm emrimiz anlamına geldiğini düşünerek birbirimizle helalleştik. Göremediğim biri yanıma gelerek elimi tuttu ve adımı sordu. Yaptıkları araştırma sonucunda casus olmadığımıza kanaat getirdiklerini ancak bir daha buraya gelmememizi istediklerini söyledi.
Arabamızın yanına götüreceklerini söyleyerek arabalarına bindirdiler. Ancak, biz söylediklerine inanmıyorduk. Yaklaşık yarım saat yol aldıktan sonra bizi bir yolun kenarına attılar. Araba hızla oradan uzaklaştı. Gözlerimizi açınca karanlıkta bir yol kenarında olduğumuzu gördük. Yolun biraz ilerisinde durup arabasından inen biri yanımıza gelerek ne olduğunu sordu. Başımıza gelenleri anlattık. Bizi getiren arabayı gördüğünü söyleyen şahıs bu bölgede şimdiye kadar rehin alınan hiç bir yabancının serbest bırakılmadığını, hepsinin öldürülerek cesetlerinin yol kenarına atıldığını, bizi de öldürüp yol kenarına atacaklarını sandığını söyledi. Şoför, Mahmudiye diye bir yerde olduğumuzu ve güneş doğuncaya kadar Bağdat’a araç bulmayacağımızı söyledi.
Sabah Bağdat’taki büromuza döndük. Fakat, ne arabamızdan bir haber vardı; ne de kamera, uydu telefonu ve fotoğraf makinamızdan.